1915 Gerçekliği ve Üçüncü tez : Soykırım başka tehcir başka


Türk Göçmenler 1877
Koşukoğlu ve Polatoğlu'nun  "Resmi Tarihi Sınıfta Bırakan 10 Çürük Tez" başlıklı yazılarında (Agos, 26 Ocak 2012) yer alan birinci ve ikinci tezleri daha önceki yazılarımda ele almıştım. Üçüncü tez şöyle anlatılmıştır:

" ‘Soykırım başka tehcir başka’
Soykırım değil, tehcir kararı alındı. Tehcir savaş bölgesiyle sınırlıydı. Her türlü tedbire rağmen doğal koşullardan ya da çetelerin saldırılarından kaynaklanan ölümler yaşandı.
"Resmi tarih anlatısı yüz binlerce insanı ‘nakliye zaiyatı’ olarak tanımlamakta sakınca görmez. Üstüne üstlük, Osmanlı’nın savaş hengâmesinin ortasında dahi tehcir sürecini titizlikle yürüttüğünü, kafileleri korumakla görevli birimler görevlendirdiğini iddia eder."  Cümleleri ile başlayan bölümde yolların güvenli olmadığı, sevk kararını uygulamak istemeyen yerel yöneticilerin cezalandırıldığı ayrıca iskan için seçilen bölgelerin tartışmaya açık olduğu  anlatılmaktadır. Bölüm şu cümlelerle son bulmaktadır: "Der Zor’un nasıl bir stratejik analizle Kayseri’den, Muğla’dan, Kastamonu’dan daha güvenli, dış çevreye daha kapalı sayılabileceği resmi tarih anlatısının ‘çözülememiş gizemlerinden’ biridir. Bu da meselenin bu politikaların bir güvenlik tedbiri olarak “tehcir” şeklinde tanımlanamayacağını gösteriyor."


Berlin Kongresi
'Nakliye zayiatı' ifadesi ile yönetimin yaşananlara karşı duyarsız kaldığına vurgu yapılmaktadır. 1800'lerin ortalarından başlayarak güneye doğru yayılma politikası güden Rusya'nın baskısı nedeniyle Kafkaslar ve Kırım'dan; milli uyanış sonucu yine Rusya'nın ve çeşitli batılı devletlerin desteği ile çıkan isyanlar  ve Balkan Savaşları boyunca Yunan, Bulgar ve diğer milliyetçi hareketler tarafından yerli Müslüman halka uygulanan etnik temizlik nedeniyle Balkanlardan Osmanlı topraklarına göçmek zorunda kalan Müslüman halkların yaşadıkları ile Ermenilerin yaşadıkları hiç de farklı değildir ve o dönemin acı gerçeğidir. Hasta adam ilan edilmiş, varlığını korumak için canını dişine takmış bir devletin, önceki deneyimlerinin ışığında  tehdit olarak gördüğü bir topluluğun da, Müslümanlara  reva görülen türden sürgün acılarına katlanması gereği karşısında güvenliğini ve bekasını riske etmek bahasına böyle bir uygulamaya girmekten vazgeçmesi beklenemezdi.   Karmylassos and Forced Migrations adlı yazımda da örneklediğim üzere Kafkaslardan Karadeniz'in Osmanlılara ait kıyılarına gelen Çerkezler için kurulan göçmen kamplarında günde 180 kişi hastalık veya açlıktan ölmekte idi. Bu sayı tehcir edilen Ermeniler içinse Halep'te 200 idi. Görüldüğü gibi arada pek büyük bir fark yoktur. Ermenilerin durumunun bir bakıma daha iyi olduğu bile söylenebilir. Çünkü tüm batı dünyası, Osmanlı yönetimi altındaki halkları isyana teşvik ettikleri yetmezmiş gibi bir de hükumet üzerinde, Hristiyanlara iyi davranması, onları koruması için büyük bir baskı uygulamaktaydı. Yedi cephede savaşa yolladığı erlerinin geride kalan eşlerini, analarını, babalarını, çocuklarını isyancıların tecavüz, işkence ve katliamlarından korumaktan ve beslemekten aciz kalan hükumet, bu baskılar karşısında tehcir ettiği Ermenileri elinden geldiğince korumak zorunda kalmıştır.  Hanri  Benazus'un, Sarıkamış Faciası adlı kitabında "1800'lü Yılların Başındaki Acı Gerçekler!..." başlıklı bölümde sunduğu Osmanlı İmparatorlu'ğunun gerileme ve çöküş devrelerinin kronolojik özeti, 1878 Berlin Antlaşması, 20 Aralık 1881 Muharrem Kararnamesi ile Osmanlı maliyesinin iflasının ilanı, Düyun'u Umumiye'nin kuruluşu ve sonrasında tüm önemli işletmelerin  devrini kapsayan kesiti ile  Osmanlı İmparatorluğu'nun nasıl bir vesayet altına girdiğini derli toplu bir biçimde sergiler (3. bsm. Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2006). Bu vesayet altında olma hali ve savaş hukuku çerçevesinde sorumluluklar alanı hayli karmaşık olsa gerek ve bu konuda yorum yapabilecek sanırım çok az uzman kişi vardır.

 Osmanlı Arşiv belgeleri incelendiğinde tehditi ortadan kaldırmaya yönelik bir tehcir yönetilirken göçmenlere ayrılan bütçeden ihtiyaçların karşılanması ve geride kalan malların güvence altına alınması için çeşitli düzenlemeler göze çarpar. Geçici bir yer değiştirme olarak planlanan tehcirin ilk aşamasının Konya yönünde olduğu görülür. Ancak tehcir edilenlerin çevrede yaşayanlarla biraraya gelerek sayıca isyan çıkarabilecek düzeye ulaşmaları kaygısı ile daha sonra güneye sevk edilmelerine karar verilmiştir. Duyulan bu kaygının boyutu ise gönderildikleri mahallerde yerli nüfusun yüzde 10'unu aşmayacak şekilde dağıtılmaları yönündeki kararda ifadesini bulmuştur. Aşağıda  özetlenen, bir kısmı Archival Documents of the Viennese Armenian-Turkish Platform adlı yayında da yer alan arşiv belgeleri tehcirin soykırım amacı taşımadığını ortaya koyan çok sayıdaki kanıtın çok küçük bir bölümüdür:

BOA.DH, ŞFR, nr. 52/93 - 24 Nisan 1915. Çevredeki Ermenilerle güç birliği yapmaları olasılığına karşı Zeytun ve Maraş'tan Konya'ya sevk edilmiş olan Ermenilerin Halep, Zor ve Urfa'ya gönderilmeleri.

BOA. DH. ŞFR, nr.54/308 - 5 Temmuz 1915. Ermenilerin  yerleştirildikleri yerlerde nüfusun yüzde 10'unu aşmamaları için İran sınırına 80 km. den daha yakın olmamak kaydıyla Musul ve Suriye'nin diğer bölgelerinin de tehcir edilenlerin yerleşimine açılması.

Nene Hatun
BOA. DH. ŞFR, nr. 53/129 - 27 Mayıs 1915.  Sınıra yakınlığı nedeniyle Erzurum'daki Ermenilerin tamamen tehcir edilmesi, ancak Diyarbakır, Harput ve Sivas için böyle bir ihtiyaç olmadığı. (33 yıl önce, 93 Harbi diye bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşında Ermenilerin yardımıyla ani baskın yapıp askeri güçleri etkisizleştiren Ruslara karşı 20 yaşındaki gelin Nene Hatun'un kişiliğinde simgeleşen Erzurum halkının mücadelesini bilmeyenler inceleyebilirler.)

BOA. DH. ŞFR, nr.55/59 - 17 Ağustos 1915. Sayıca az olduklarından Antalya'daki Ermenilerin tehcir edilmesine gerek olmadığı.

BOA. DH. ŞFR, nr.54/420 - 12 Temmuz 1915. Zor'a gönderilen Ermenilerin nüfusun yüzde 10'unu aşmaları nedeniyle bu sancağa sevkiyatın sonlandırılması (Armenians in Ottoman Documents 1915-1920. Devlet Arşivleri, 1995)

Kapitülasyonlar ve savaşlar nedeniyle ekonomik bağımsızlığını yitirmiş, zayıf düşmüş olan İmparatorluk üzerinde Hristiyanlara haklar verilmesi  ve onların korunması için yapılan baskılar nedeniyle Osmanlı hükumetinin Müslüman halka sağlayamadıklarını Hristiyanlara sağlamak zorunda kalması bir yana, bu yetmiyormuş gibi  batıdan gelen yardımlar da tamamen Hristiyanlara yönelik olup, çok daha kötü duruma düşen Müslümanlar umarsız kalmışlardır. Tehcir edilen Ermenilerle Kafkaslardan Balkanlardan Anadolu'ya sürülen müslümanların yaşadıklarını karşılaştırdığımızda bir topluluğun çektiklerine bu kadar duyarlılık gösterip diğerlerininkine kulak tıkamanın bilinçli bir politik seçim olduğunu ve ne yazık ki eğer bu seçimi yapanlar biraz tarih biliyorlarsa bunun ikiyüzlü bir seçim olduğunu ortaya koyan çok fazla kanıt vardır. Bilmiyenlerin ise öğrenmeleri gerekir. Çünkü eğer taraf tutuyorsak bir sorumluluk almışız demektir. Sorumluluğun da bir yükü, külfeti vardır, sahip çıktığınız konuda enine boyuna bilgi sahibi olmamız gerekir. Eğer belli bir bölgenin Ermenilerden tamamen temizlenmesi hedeflenseydi tehcir aynı zamanda bir soykırım  olurdu, ama böyle bir kasıt yoktur.

İşin aslı odur ki etnik temizlik yapmak isteyenler Ermenilerdi. Bazı Ermeni kesimlerin 19. yüzyılın başlarından itibaren misyonerlerden ve din kurumlarından beslenerek nasıl bir düşmanlık duygusu yüklendikleri ve bağımsızlık için mücadeleye başladıkları kendi kaynaklarından tespit edilebilir.  H. M. Knadjian tarafından kaleme alınmış olan The Eternal Struggle (Ezeli ve Ebedi Mücadele) adlı kitap bunun bir örneğidir. Kendi dinlerine, kültürlerine sahip çıkmaları takdire şayandır. Ancak bir arada yaşanan diğer halkları, kimi insanlara incelikli işkenceler uygulama, toplu yakma gibi dehşet olayları yaratarak zorunlu göçe zorlama gibi insan  haklarına aykırı, belli bir toprak üzerinde doğmuş tüm insanların orada yaşama haklarını göz ardı eden düşüncelerin enjekte edilmesi kabul edilebilir bir yaklaşım olmamıştır.  Ne yazık ki o dönem öyle bir dönem idi. Balkan halkları da, Ermeniler de birlikte yaşadıkları Müslümanlara karşı maalesef bunu uygulamışlardır. Rusların verdiği fırsatları değerlendirerek ve Balkanlar örneğine bakıp Batının da destekleyeceğini umarak Ermeni Hınçak ve Taşnak çetelerin etnik temizlik amacına yönelik katliamlarını Justin McCarthy Erzurum'da 2002 yılında düzenlenen bir konferansta The Destruction of Ottoman Erzurum by Armenians başlığı ile sunduğu bildiride dile getirmiştir. Eyewitnessing of the Russian Lieutenant Colonel to the Actions of the Armenians in the Eastern Front ise 1917-18 yıllarında Erzurum'da görev yapan bir Rus subayı olan Tverdohlebov'un anlatısıdır. 1920 yılında, 93 harbinde kaybetmiş olduğumuz Sarıkamış, Kars Artvin, Batum ve Ardahan'ı geri alan  Kazım Karabekir de anılarında Ermenilerin yaptığı zulümlere yer vermiştir (1917-20 arasında Erzincan'dan Erivan'a Ermeni Mezalimi, Emre, 2000). Sarkamış Faciasından sonra Rus egemenliğine geçen, ancak daha çok Ermenilerin kontrolünde olan doğu illerimizde yaşanan vahşet tehcirin ne kadar doğru bir karar olduğunu ortaya koymuş ama yaşananlar ne yazık ki bu tedbirin yetersiz kaldığını göstermiştir. Karabekir'in anlatımları maalesef Ermeni fedayilerin yenildiklerini anladıkları noktada çılgın bir öfke ile hunharca bir yok edicilikte kendilerini kaybettiklerini, insanlıktan çıktıklarını  sergilemektedir. Anımsanırsa Rumlar da Ege'de yenilgiye uğrayp geri çekilirken benzeri bir yıkıcılık ve kıyıcılık örneği göstermişler ve Ermenilerden destek almışlardır.

Şunu da belirtmek gerekir ki, nasıl Bizans İmparatorluğunun çöküş döneminde bağlı oldukları Bizansa karşı Türklere Anadolu'ya  girmeleri için yardım edip himayesine girmeyi yeğledilerse, Osmanlı İmparatorluğunun çöküş döneminde de Rus himayesine girmek isteyen veya bağımsızlık hayalleri kuran bir kısım Ermenilere karşı; Çanakkale'de, Bağımsızlık Savaşı'nda yabancı işgaline karşı çıkışı Anadolu halklarının ortak mücadelesi olarak görüp bizimle omuz omuza savaşan Ermeniler de olmuştur. Onlar için tehcir söz konusu olmamış, aileleri de koruma altına alınmıştır. Ne  var ki yanımızda kalanlar sayıca küçük bir kesim olup çoğunluk, bu ülkenin kendilerine mecliste vekillik, hükumette bakanlık, kamu yönetiminde pozisyon olanağı verdiğini, ekonomide pek çok Türkten daha iyi konumda olduklarını unutarak karşımıza geçmiştir.

Küçük bir grubun dayanışmasını ön plana çıkararak Doğu'da yaşananları önemsiz göstermek ve böylece soykırım iddialarının haklı olduğu izlenimi yaratan bir tavır içinde olmak samimi bir görüntü vermemektedir. 1919'da düzenlenen Paris Barış Konferansına Ermeni Heyet Başkanı olarak katılan Bogos Nubar'ın bir Ermeni devleti kurmak için neredeyse Anadolu'nun yarısı demek olan 390.000 metrekarelik bir alanı talep ettiği düşünülürse tehditin küçük çetelerin çok ötesindeki boyutu açıkça ortaya çıkar. Bogos Nubar'dan söz etmişken tehcirde kıyıma uğrayanların sayısının soykırım iddiası ile nasıl bir abartı noktasına getrildiğini de yine onun vermiş olduğu rakamlara bakarak ortaya koymakta yarar var: 1. Dünya Savaşı öncesi Osmanlı Ermenileri nüfusu 1.3 milyon, 1919 yılında hala bu topraklarda yaşayanlar 280.000 ve çeşitli ülkelere göç etmiş olanlar 700.000 (Serdar Palabıyık. "An Introduction To The Armenian Question Until The Treaty Of Lausanne". AVİM) Biraz aritmetik bilen geriye 320.000 kaldığını kolayca hesaplar ama nedense bu sayı başlangıçta 500.000 - 600.000'e yuvarlanarak ifade edilmiştir. Sonradan 1.5 milyona nasıl çıktığı ise başlı başına meraka değer bir dönüşüm. Bu tahminlere karşın Doğu Anadolu'da adı sanı ile belli, Ermeniler tarafından çoğu işkenceye tabi tutularak katledilmiş sivil halktan, toplu mezarlardaki kimliği belirlenemeyenler hariç, ölü sayısı 500.000'nin üstündedir.

Tehcirin soykırım sayılıp sayılamayacağı konusunda ayrıntılı bilgi edinmek isteyenlere, geçtiğimiz aylarda M. M. Gunter imzasıyla yayınlanmış olan ve konuyu bilimsel çerçevede ele alan bir makaleyi öneriririm: 'What Is Genocide? The Armenian Case', Middle East Quarterly, 20, 1, pp. 37-46.

Bilindiği gibi Türkler tüm bu yaşanan acıları geride bırakmışlardı, keşke Ermeniler soykırım iddiaları ile yeniden günyüzüne çıkarılmaları gereğini doğurmasalar...  Biz kin gütmeyen bir toplumuz, yine de elimizi uzatıyoruz, ama karşı taraf da kendi acıları kadar yaşattığı acıları hatırlamalı ve haksız taleplerde bulunmamalıdır!

Yakında dördüncü tezde buluşmak üzere...

Not: Yazıya konu olan makaleden alıntı bazı paragraflar özetlenerek 20.04.2013 tarihinde kısaltılmıştır. Eskişehir'in Osmanlı ordusu asker dağıtım noktası olduğu için korunmasına ihtiyaç duyulduğu bu yazı yazıldıktan sonra Hikmet Özdemir'in 1915 tartışılırken gözden kaçırılanlar = Issues missed in the 1915 Armenian debate. (Ankara : Sarem yayınları , 2007) adlı kitabında tespit edilmiştir.


Creative Commons Lisansı
Selma Aslan'a ait Ermeni Soykırımı : Gerçek mi, Yersiz İddia mı blogu yazılarından ticari olmayan amaçlar için içeriği değiştirilmeden kaynak gösterilerek adil kullanım ölçüsünde yararlanılabilir. (Creative Commons Attribution-Gayriticari-NoDerivs 3.0 Unported License)

Comments